|
|
|
Cesur Genç İle İyilik Prensi
Üç yanı aşılmaz karlı dağlarla çevrelenmiş, geniş ve verimli topraklara sahip bir köyün dış dünya ile irtibatını sağlayan tek yol, azgın suları olan bir ırmak üzerindeki tahta köprüydü. Bu köyde yaşayan köylüler kasabaya gitmek için ırmağın en dar kısmına yaptıkları tahta köprüden geçmek zorundaydılar. Köylüler, arabalara yükledikleri ürünleri kasabada satarlar ve neşe içinde köye dönerlerdi. On yıl vardı ki, neşe yerini kedere bırakmıştı. Bu on yıllık sürede köyden ayrılanların hiçbiri geri dönmemişti. İlk gidenler geri gelmeyince köydekileri bir korku kaplamıştı. Durumu merak eden köylüler köprünün yakınlarına geldiklerinde karşı tarafta dolaşan silahlı adamlar görmüşler ve bunların eşkıya olduklarını hemen anlamışlardı. Eşkiyalar tarafından öldürülmek korkusu, onları dış dünyadan habersiz yaşamaya mahkum etmişti. Fakat yine de birkaç yılda bir de olsa cesur gençler ortaya çıkmış, köydekilerin engellemelerine göğüs gererek köprüden karşı tarafa geçmişlerdi. Karşıya geçmişlerdi geçmesine de, içlerinden köye geri dönen olmamıştı.
İşte şimdi bir başkası kasabaya gitmek için yola çıkmıştı. Bu cesur genç atlı arabasını korkusuzca köprüye doğru sürdü. Karşı kıyıya geçince orman içinde devam eden yol boyunca ilerlemeye başladı. Daha yüz metre gitmeden büyük bir ağacın yol üstüne devrilmiş olduğunu gördü. Cesur genç kılıcını çekip yere atlarken haykırdı:
“ Haayt!.. Kimseniz çıkın ortaya yüzünüzü görelim!.. Böyle yol kesip eşkiyalık yapmak da ne demek oluyormuş. Sizin gibilerin hakkından gelmesini bilirim ben. “ Bunun üzerine eşkiyalar ağaçların arkasından çıkıp cesur gencin etrafını sardılar. Eşkiyaların reisi, öne çıkarak cesur gencin karşısına dikildi:
“ Bre genç “ dedi, “ ne bağırır durursun? “
Cesur genç: “ Ohoo!.. Demek bunların başı sensin. Karşımda öyle dikilip durma. Hemen emir ver adamlarına kaldıttır şu ağacı yol üstünden “ deyince, eşkiyalar kahkahalarla gülmeye başladılar. Reis, bu duruma çok sinirlendi ve “ Susun!.. “ diye bağırdı. Eşkiyalar susunca reis şunları söyledi:
“ Hop hop, yavaş ol aslanım!.Burada reis benim, emirleri ben veririm. Sen istemesen de, o ağaç orada kalacak. Bak aslanım, sana bir teklifim var. Biz burada yirmi kişiyiz. Bizimle baş edemezsin. Arabayı bana bedavaya sat, kılıcını elinden at, yürü git yoluna, canın nereye isterse oraya git. “
Bunun üzerine cesur genç: “ Hayır, ben teslim olmam “ dedi. “ Ölürüm daha iyi. “
Reis: “ Sözlerimi yanlış anladın aslanım!..” dedi. “ Teslim olma diye bir durum ortada yok. Hem sen teslim olmayacaksın ki, şanınla, şerefinle gitmek istediğin yere gideceksin. Farzet ki, kılıcını düşürüp kaybettin. Farzet ki, gece ormanda uyurken yorgun olduğundan atın koşumlarını çözmeyi unuttun, at da, çekti arabayı götürdü. Ertesi sabah çok aradın arabayı ama bulamadın. İşte mesele bu kadar basit. “
Cesur genç bir an için durumunu gözden geçirdi. Bunlarla savaşmak akıl karı olmayacaktı. Biri tutup bir ok atsa oracıkta düşüp kalırdı. O zaman ne değişirdi? Bu eşkiyalar yine burada beklerlerdi ve köydekiler çaresizlik içinde kıvranırlardı. Eğer beni bırakırlarsa kasabaya gider yardım getirir, bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündü. Ama sağ–salim gitmesine izin verirler miydi? Bunu sormak ihtiyacını hissetti: “ Yalan söylemediğine nasıl inanayım. “
“ Benim yalan söylemediğime inanman bizden korkmadığını ispatlar. Senin gibi yiğit bir gence el kaldıramam. Var şimdi git yoluna. “ Reisin bu sözleri üzerine cesur genç kılıcını yere attı ve oradan uzaklaştı.
Cesur genç ertesi gün akşamüstü kasabaya vardı. Bir han odası kiralayıp, yemek yedikten sonra, uykuya daldı. Sabahleyin dinlenmiş olarak girişimlerine başladı. Üç gün boyunca çalmadık kapı, konuşmadık insan bırakmayan cesur genç, hiç kimsenin kendisini dinlemekten başka bir şey yapmadığını görünce hayretler içinde kaldı. Buraya geldiğine bin pişman bir halde gerisin geriye dönerek tahta köprünün aşağı taraflarında köyüne ulaşabilmek için, umutsuz bir arayış içine girdi. Saatler sonra bütün çabasının boşuna olduğunu gördü. Irmağın azgın sularını aşıp karşı tarafa geçmenin olanağı yoktu. Canından bezmiş bir halde ırmak kenarına oturup etrafına bakınırken, suların üstünde bir balığın bakmakta olduğunu fark etti. Laf olsun diye balığa seslendi:
“ Ey balık!:.Keşke konuşabilseydin de, seninle iki çift laf edebilseydik. Dertliyim ben, yürekten yaralıyım ben. “ Biraz sonra cesur gencin beklemediği bir şey oldu. Dert dolu, çile dolu haykırışına balık karşılık veriyordu:
“ Konuşurum tabii ki, neden konuşmayacakmışım…Bekle, şimdi yanına geliyorum. “ Balık bir kuyruk darbesiyle kıyıya ulaştı ve yakındaki bir ağacın arkasında gözden kaybolduktan bir saniye sonra, çok yakışıklı bir genç olarak ortaya çıktı. “ Merhaba, ben iyilik prensiyim “ dedikten sonra onun yanına oturdu:
“ Bak şimdi, benden çekinmene gerek yok. Cin, peri falan değilim. Söylediğim gibi ben iyilik prensiyim. Biz de tıpkı insanlar gibi doğarız, büyürüz, yaşlanırız, ölürüz. Acıkınca yemek yeriz. Okuma-yazma öğreniriz, kitap okuruz, resim yaparız. Canımız sıkılır üzülürüz, fakat üzüntülerimizi fazla önemsememeye çalışırız. Üzüntünün gelip geçici olduğuna inanırız. Ben sıkıntının, üzüntünün çaresini insanlara yardım etmekte, insanlara iyilik etmekte bulmaya çalışmış ve kendi kendime yararım dokunmuştur. Yani canımın sıkıldığı, üzüldüğüm bir durum olduğu zaman birine bir iyilik yaparım mutlu olurum. Bu mutluluğun devamlılık sağlayabilmesi hep iyilik yapmakla, yardımlaşmakla mümkündür. Ne dersin arkadaş, söylediklerimin doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, bu yöntem denemeye değmez mi sence? “
İyilik prensinin anlattıkları cesur gencin üzerinde olumlu tesir yaptı ve şaşkınlığını tamamen yok etti. Kendisinin bir konu hakkında görüşü alınmak isteniyordu ve düşüncesini söylememesi ayıp sayılırdı:
“ Şimdi sen iyilik prensi olduğundan görevin gereği herkese iyilik yapmak istiyorsun ve iyilik yaptığın insanların sevinmesi, sana teşekkür etmesi, mutlu olmanı sağlıyor. Az önce cin, peri olmadığını söylemiştin. Şu an insan görünüşündesin. İnsan kılığına girmeden önce bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Sanıyorum ki, sen bir insansın fakat seni diğer insanlardan ayıran birtakım özelliklere ve farklı düşüncelere sahipsin. Arzu ettiğin bir kılığa anında girebiliyorsun. Bu bir balık olabilir, bir kuş olabilir, bir tavşan olabilir. Düşünce farklılığı seni insanlardan kesin çizgilerle ayırır. Ben, senin yöntemini denemeye değer desem bile zannetmiyorum ki, bu yöntemi öğrenip de, denemek isteyecek bir başkası çıksın. Gelelim senin bir balık olma durumuna ve ırmakta yüzme sebebine…Sen bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa bir nedeni var mıydı? “
“ Ben on sekiz yaşındayım ve beş yıla yakın bir süredir bu ırmakta yüzüyorum. Seviyorum yüzmeyi. Benim için değişiklik oluyor. “
“ Demek bu ırmakta yüzmek hoşuna gidiyor. Fırsat buldukça gelip burada yüzüyorsun. Peki, çevrede olup bitenlerden haberin yok mu? Irmağın öte kıyısında bir köy var. O köyde yaşayan insanlar var. O insanlar orada hapis hayatı yaşıyorlar. Eşkiyalar tahta köprüde bekliyorlar, köydekileri köprüden geçirmiyorlar. Benden önce köprüden geçenlerin ne oldukları belli değil. Ben köprüden geçtim, fakat kılıcımı, arabamı elimden aldılar. Kendi isteğimle değil, zorla…Kasabadan yardım getirir bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündüm. Hiç kimse beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Sanırım olanlardan hepsinin haberi var ve yardım etmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bizim köyün toprakları çok verimlidir. Piyasadaki sebze-meyve fiyatları ucuzlamasın diye geniş toprak sahibi kimselerin bir oyunu ile karşı karşıya kaldık. Sen beş yıldır bu durumun farkına varamadın mı? Vardın da yardım etmek aklına gelmedi mi? Yardım etmek istediğinde seni engelleyen ne oldu? Bu sorulara açıklık getirmeni istiyorum. Lütfen iyilik prensi, buyurun söz sırası sizin. “
“ Yüzmek için buralara gelmeye başladığım ilk günlerde durumu hemen fark ettim. O zamanlar çocuk olduğum için, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi her şeyi gidip babama anlatmaktı. Ben de öyle yaptım. İyilik kralı olan babam, anlattıklarımdan haberi olduğunu, sorunu en ince ayrıntılarına kadar araştırdığını, yardım etme konusunda tereddüt içine düştüğünü, yardım ettiği takdirde pek çok kişinin alınyazısının bir anda değişeceğini, meselenin kendi yetki alanı dışına taştığından duruma müdahale etmediğini ve benim de olan biteni görmemezliğe gelmem gerektiğini söyleyince, babamın sözlerinin doğru olduğunu düşünüp hiçbir şeye karışmadım. “
“ Sayın iyilik prensi, iyilik ve kötülük her insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. İnsan büyüyüp geliştikçe kalp de buna paralel olarak büyür, gelişir. Kalp büyüyüp geliştikçe kalpte bulunan iyilik ve kötülük davranışlarda, hareketlerde belirmeye başlar. Çocuklara iyilik yapmanın iyi bir şey, kötülük yapmanın kötü bir şey olduğunu mutlaka anlatmalıyız. Onlara kalbindeki iyilikleri ön plana çıkarması için yardımcı olmalıyız. Çocuk, kalbindeki kötü duygulara gem vurmayı öğrenmelidir. Bunları çocuğa öğretecek olanlar davranışlarına dikkat etmek zorundadırlar, çünkü çocuk büyüklerinin davranışlarını, sözlerini, yaptıklarını yakından takip eder. Kendine onları örnek alır.
Buradaki silahlı adamlar iyi bir eğitim görmedikleri için, iyiliği bilememişler, iyi insan olamamışlar, kötü olmuşlar, eşkiya olmuşlar. Onlar bir köy halkını üzdüklerinin, acılar içinde bıraktıklarının farkında değiller. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını anlatalım, yaptıkları yanlışı fark ettirelim. Onlarla konuşalım. Onlara iyiliğin ne olduğunu, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini anlatalım. Ben bir insan ne kadar kötü olursa olsun, kalbinde azıcık da olsa iyi duygular kaldığına inanırım. İşte biz azıcık kalmış olan iyi duyguları harekete geçirip canlandırmaya çalışacağız. İyi duyguların ileri doğru attığı her adım kötü duyguları bir adım gerileteceğinden öyle bir an gelecek ki, iyi duygular kötü duyguları geçecektir. İyi duyguları önde olan insan, iyi insan olmuş demektir. Sayın iyilik prensi, iyilik yapmanın büyüğü, küçüğü olmaz. İyilik iyiliktir. Gel bir iyilik de bize yap. Şu eşkiyaları yakalamama yardımcı ol. Onlara her şeyi anlattığımız takdirde inanıyorum ki, tuttukları yolun yanlış olduğunu fark edip yollarını değiştireceklerdir. Bu tarafa geçeceklerdir. “
Cesur gencin daha fazla konuşmasına iyilik prensi izin vermedi. Bir eliyle onun ağzını kapatarak gülümsedi: “ Tamam…Tamam…Anlatmak istediklerini çok iyi anladım. Ben bu konuyu böylesine derin düşünemedim. Şuna inandım ki, senden öğrenmem lazım gelen pek çok şey var. Bunları sonra konuşuruz. Bir plan dahilinde eşkiyaları yakalayalım. Onlarla sen konuş, her şeyi anlat. İyilik ne demek, bunu onlara öğret. Başarılı olacağına inancım sonsuz. “
Birkaç dakika sonra iyilik prensi bir kartal kılığına girerek eşkiyaların bulunduğu tarafa doğru uçtu. Cesur genç de yürüyerek yola çıktı. Kartal biraz sonra tahta köprünün üstünde daireler çizerek uçmaya başladı, aniden kalın bir ip oldu ve aşağıya süzüldü. Oralarda dolaşmakta olan eşkiyaları birer birer yakaladıktan sonra barınak olarak kullandıkları büyük bir mağaraya götürdü. Mağara, atlar, arabalar ve eşyalarla doluydu. Eşkiyalar bunları kasabaya gitmek isteyen köylülerden zorla almışlardı. Cesur genç mağaraya geldiğinde eşkiyaları bir köşede kıskıvrak bağlı otururlarken görünce çok sevindi. Fakat, bu sevincini onlara belli etmedi. Eğer eşkiyalar onun sevindiğini fark ederlerse kendisine kızabilirler ve onun iyilik, doğruluk hakkında söyleyeceği sözleri, vereceği nasihatleri dinlemeyebilirlerdi. Cesur genç eşkiyalarla uzun uzun konuştu. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu, eğer isterlerse yardım edebileceğini, eşkiyalık yapmadan da bu dünyada yaşanabileceğini anlattı. Hiç kimsenin bir başkasının malını zorla alamayacağını, tam on yıldır köyde yaşayanlara hayatı zindan ettiklerini, bunun haksızlık olduğunu, bu haksızlığa neden olanları efendi olarak kabul etmeyip, kendi kendilerinin efendisi olmaları gerektiğini belirtti. Bu arada daha önce köprüden geçenlerin öldürülmediği, salıverildiği ortaya çıktı.
Eşkiyalarda pişmanlık belirtileri başlaması üzerine onları yakalamış olan kalın ip gevşedi ve sonunda çözüldü. Kalın ip insan kılığına girdi ve iyilik prensi oldu. İyilik prensi kısaca kendini tanıttıktan, onlara bundan sonraki yaşamlarında başarılar diledikten sonra, cebinden deri bir kese çıkararak saçlarından birer tel koparıp keseye atmalarını istemeyi ihmal etmedi. Böylelikle nereye giderlerse gitsinler, onların izini bulabilecek ve iyi insan olup olmadıklarını kontrol edebilecekti. Cesur genç köyünde krallar gibi karşılandı. Köyde o gece şenlikler yapıldı, eğlenceler düzenlendi, ziyafetler verildi. Herkes tahta köprünün ulaşıma açılmasının sevinci içindeydi. İyilik prensi ise, kimliğini belli etmeden bir kenarda oturup eğlenceleri izledi. O kadar güzeldi ki, karşılık beklemeden başkalarına yardımcı olabilmek, onlara mutluluk verebilmek. Varsın seni kimse tanımasın, adını kimse bilmesindi. Sen iyilik yaptığını biliyordun ya, bu sana yeterdi.
Asırlar önce Van Şehrinde bir kral ve kralın kızı
yaşarmış.Dünyalar güzeli bu kıza hükümdarlığın tüm erkekleri aşık olmuş fakat kız bu aşkların hepsini karşılıksız bırakıp hükümdarlığın sefil çobanına kaptırmış kalbini.
Günde sadece bir kere gördüğü bu çobanda prensesin büyüleyici
güzelliği karşısında çok etkileniyormuş ve oda ona paha biçilmez
bir şekilde aşık olmuş ancak bunu duyan kral kızını uyarmış ve
çobanı hükümdarlığının dışına sürmüş. Aradan uzun yıllar geçmiş bu sürede
çoban ve prenses hayatlarına kimseleri sokmamışlar ve birgün çoban
hükümdarlığına geri dönmüş.
Onu gören prenses büyük aşkının gözlerini yakından görebilmek
için dayanamayıp saraydan çıkmış ve babasının gözleri önünde
çobana sarılmış.
Kral bu durum karşısında kızı alıp Van gölünün ortasına
yaptırdığı kuleye hapis etmiş. Aradan yıllar geçmesine rağmen bu
büyük aşk hiç bitmemiş aksine her geçen gün dahada alevlenmiş
büyümüş.
Geçen süre boyunca çoben hergün gece vakti klometrelerce yüzüp
sadece prensesin yaktığı mum ışığını görebilmek için kuleye
gidiyormuş. Prenseste onun o mükemmel ıslığı ile hayat
buluyor ve onun geldiğini anlayıp yediği ekmekten bir parça fırlatıyormuş göle.
Yıllar geçmiş ve yine bir gün çoban yüzmeye koyulmuş büyük
aşkının mum ışığını görebilmek için ancak bu sefer nefeside
bedenide ihanet etmiş çobana ve yolun yarısındayken boğulmuş van gölünün karanlık sularında. Prenses büyük bir dikkatle beklediği aşığının su seslerini duyamayınca telaşa kapılmış ve belki gelmiştirde ses
çıkarmıyordur diye fırlatmış ekmek parçacıklarını ve bir
çığlık kopmuş ardından sessiz bir çığlık yürek yakan...Prenses
yıllardır bir su sesiyle sevdiği aşkının Van sularında kaybolup gittiğini
anlamış ve ikinci çığlık daha derinden daha parçalıyıcı gelmiş
çökmüş şehrin üstüne.
O gün bügündür aşıklara ibret olmuş bu çığlıklar her yüreği
yanan duyar olmuş derinden sesleri ve balıklar prensesin
attığı ekmeklerle büyümüşler.
Prensesin aşkı sonsuz ebediyete kadar uzanmış gelmiş.
Bir mum ışığı için saatlerce yüzen sevdalısının aydınlığını
görebilmek için canını veren bu çobanı düşündükçe tüylerim
ürperir ve sonra utanır olurum insanlığımdan yüreğimden.Bizler yarimiz
dediğimiz sevdalımız dediğimiz prenseslerimizi görmek adına
onları mutlu etmek adına ne yapıyoruz???
Mutlu Kalın..
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkanında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkanına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkanında bulunmazmış. Çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi de pazarda sergi kurar, sepet satarmış.
Bir gün sepetçi dükkanına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengarenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi:
“ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.
Sonunda üç aylık süre dolmuş. Sepetçi zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerde oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkanına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış. Ama dükkanının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe sepetçiyi bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu, fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunu üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkanına dönmüş.
Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikayesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkanına gelip sepetleri görmüşler ve çok beğenmişler. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikayesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.
Küçüklüğümden kalan daha “yedi yaşındayken” unutamadığım bir anım vardı seninle Anne. Haıtrlar mısın,hani ben,abim ve babam tarlaya gidecektik.Abim kalkmıştı,sabahın erken saati olmasına ramen.Ben kalkmamıştım o gün.
Aslında birilerinin beni şımartmasını istemiştim, üzerime birileri eğilecekti ve benim gözlerim kapalı olacaktı, o esnada. Kafamın üzerine yorganı çekmiş.Senin seslenmeni bekliyordum. Daha sen seslenmeden, yani sesini duymadan(beni kaldırmaya geldiğini,kokundan anlayacak)mızmızlanacaktım.
O ne huzur verici koku, ne güzel,şefkatli elerdi kalkmam için bana dokunan.Sen yanımda değilsin şimdi anne, ama ellerin hala saçlarımda, bitlenmişmiyim diye bakıp; kızdırıyorsun.
Biliyor musun anne? (bildiğini biliyorum) sen gelmeden babam gelmişti. Beni kaldırmaya,bende babamın sesini duymamazlıktan gelmiştim;sadece senin beni uyandırmanı istemiştim(babam sen kokmuyordu annne).Ve sen anne tüm şefkatinle beni uyandırmak için geldiğinde, babam öfke dolu cümleler kurarak,sana bağırmıştı “hep sen şımartıyorsun bu şerfsizleri,çabuk kaldır o veledi; gelip almayayım seni, ayaklarımın altına” .
Sen aldırmamıştım o sözcüklere, yine aynı şefkatle beni uyandırmaya çalışmıştın.(şimdi bir kızım var anne, senin beni uyandırdığın gibi,onu uyandırıyorum) “Ve babam senin gösterdiğin şefkati üzerinde barındırmayan babam”, öfkelenmişti, söylediği büyük sözü yerine hemen gelmediğinden. “o söylenildiğinde, yapılmamasının insanın hayatına mal olacak söz(!) ve almıştı seni ayaklarının altına anne,mani olamamıştım buna,çok ağladım anne;babam sana vurmasın diye,ama güç yetiremedim “ne babama, ne de kendime” sonra sen kanlar içerisinde kalmıştın ve biz seni öğlece bırakıp tarlaya gitmiştik.
Akşam eve döndüğümüzde, senin olmadığını görmüş yine ağlamıştım “senin erkekler ağlamaz dediğini hatırlayıp, ruhsuz olmaya karar vermiştim.” Artık hiç bir babayı sevmeyecektim,kendimde bir babayken.
Yani anne ben daha şeref kelimesinin, ne anlama geldiğini bilmeden,senin dayak yemene vesile olduğum için, hayatımın en büyük şerfsizliğini yapmıştım.Şuan anladığım, sen o gün bir bebeğini kaybetmiştin. Bana çok kızdın mı anne?
Ben bu kadar vefasızken sen neden o kadar vafalıydın?Hatırlar mısın yine o kış ayağımı kırmıştım ve sen ,babamla yine benim için kavaga etmiş, beni sırtına almış, SINIKÇIYA götürmüştün. Babam neden gelmemişti o zaman anne?sen neden herşeye koşturuyordun?
Ayağım iyleşene kadar beni okula götürüp getirmiştin.Sen ne büyük anneydin öyle.Hatırlar mısın anne? sana karşı vefa borcumu ödemek istediğimden mi? yoksa sevgimi gösterebilmek için mi bilemiyorum.Sana anne sen,düyaların en güzel,en iyi veya bilemediğim ne kadar güzel hitaplar varsa sen onlar kadar,yüce ve sevgi dolusun derdim. Sen de bütün anneler böyledir derdin.Şimdi anneler öyle değil anne,çocuklarını sevmiyorlar,daha dün çöp kutusunda, cami avlusunda,kaldırımlarda çocuklar vardı.(Zehra bebek parkta, Ahmet bebek kaldırımda,Umut bebek cami avlusundaydı) Onlarıda sana getirsem, onlarada anne olur musun anne?
Artık anneler çocuklarını sevmiyor anne.Ben seni, senin beni sevdiğin kadar sevemesemde, seni,senin annenin, seni sevdiği kadar “seni seviyorum”. “ANNE”
Köy
Anlat onlara beynimde ki dikeni ve kalbimde ki hayvanı ve bilsinler ki,insan bu şekil de ölüyor...
***
Adın neydi ve kimdin?.Herhangi bir yolun vardı da sonra kayıp mı oldu?...Bunların cevabı yok.Soruların ve etin cehennemindesin.Anlatmaya başla artık...
***
Kış mevsimi beyaz bir cehennem olurdu her canlı için ve kurtlar aç bir halde köye inerlerdi.Kaç defa kendimi kurban etmek istedim bu aç kurtlara ve bunu kaç kez söyledim kimbilir.Ancak dinlemediler ve kurtların açlığı artınca biz azalmaya başladık.Bir sabah çıktım yola ve dağın yamacına geldim.Ulumaya başladım.Bu çığ demekti ve çığ ise ölüm...Gönüllü bir ölümdü bu...Çığ gelmeden ulumaya başladım ve bu uğultu karşılık buldu ve sesler,yankılandılar,arttılar giderek,karları tahrik ettiler ve çığın eli kulağında idi artık.Dört kurt yanıma geldiler ve bana baktılar ama saldırmadılar,bana acıdılar,bir av olan bana acıdılar,bir zavallı olan bana acıdılar ve bu acıma beni yaraladı.Kurtlara ,``neden beni yemiyorsunuz?``diye sordum uluyarak ve onlar da cevap verdiler,``bunu ancak senin türün yapar!`` Dondum ve düş gördüğümü sandım,sarsıldım ve titredim,içim de bir kuytu buldum,derin bir dehliz,adım adım dolaştım için de ve geçmişi buldum,geçmiş karartıdan daha fazlası idi şimdi,daha netti,varlığımı gördüm,bir oyun parkı,bir mezbaha,bir düğün,bir savaş,bir mayın tarlası,sakat çocuklar,kesilmiş ağaçlar,misket bombaları....ve daha fazla,derine indikçe daha kara,daha kanlı,daha tavizsiz binlerce şey gördüm...içimde ki Yusuf`u buldum,insan kardeşleri tarafından içime atılmış ve geleceği gören bir Yusuf`tu bu,bir önder,bir yahudi peygamber ya da bir deli değildi,sadece korkmuştu,nefret doluydu,kan kaybediyordu,zavallıydı,giderek eksiliyordu ve ben o`na bir soru sordum,`` söyle bana Yusuf ,söyle bana ne var bu karanlığın sonun da,kuyudan çıkarılmak için kaç tüccar bekleyeceksin daha,kaç adam ve kadın,kaç susuz deve,kaç firavun,kaç şehvet...`` Bana baktı Yusuf,cemali güneşi andırıyordu,teni durgun denizin yüzeyi gibiydi ve gözleri ürkmüş bir çocuğun gözüydü ve bana cevap verdi,``çok tüccar kafileleri geçti,binlerce deve yüküyle,adamlar ve kadınlar çölü ayağa kaldırarak geçip gittiler ve ben de bilmiyorum ne var karanlığın sonun da,ama sen şimdi uykudasın ve bir rüya görüyorsun,rüyan da rüyaları yorumlayan ve güneşin kendisine secde ettiğini gören Yusuf`u görüyorsun...Uyan ve kurtlara bak,donmak üzeresin...uyan!..uyan!..``
Uyandım ve kurtları gördüm yeniden.Bedenimi hissetmiyordum,bedenim kardan bir parça olmuştu ve kurtlar diyordu ki,`seni yaladık ve ısıttık,şimdi kurban olamazsın,bunun zamanı var ama şimdi değil...kalk ve köye geri dön...``
Sürünerek,buz kesmiş bir halde döndüm köye.Ateşin yanın da bile üşüyordum.Kimbilir hakkım da ne diyeceklerdi?..``Delirmiş,böyle havada dağa çıkılır mı?,hem bilmiyormu ki,o lanetlidir ve kurtlar bir zamanın peşinde ve o zamana daha var``....
Yanıldım.Kimse tek söz etmedi hakkım da ve ben bir yıl sonra yeniden çıktım dağa,yine kar vardı,yine soğuk bir cehennem vardı,yine kurban olmaya gidiyordum.Ancak bukez biliyordum ki,zamanım gelmişti,kurtlar beni alacaklardı ve ışık sönecekti gözlerimde.Yürüdüm ve bir düzlükte durdum.Bu çok dar bir alandı ve bu alan da oturdum ve bekledim.Sonun da geldi kurtlar ve bana saldırdılar..Kurtların yüzü değişiyordu hızla,başka birşeye dönüşüyordu,daha tehlikeli birşeye,bir hayvandan daha tehlikeli ve daha acımasız birşeye...Kurtların kolların da gamalı haç oluyordu bazen,bazen de Davut`un yıldızı,yakılan evler görüyordum bazen de ,yanan bebekler...
Dağ konuşmaya başladı kurtların ziyafetinin sonun da...dedi ki:
kapat gözlerini Yakup
tenim de O`nu yeneceksin
topuğundan tut yahvenin
sana krallık verecek
yemeye devam edin kurtlar siz de
sadece katilin adı değişecek...
***
Kanım bembeyaz cehennemin üzerin de ilerliyordu...köye doğru!!!
|
Bir EfsaneÜç SepetAnne
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 76 ziyaretçi (88 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|